TASAVVUF EHLİNİN YOLU

Yukarıda bahsi geçen ilimleri inceledikten sonra, bütün dikkat ve gayretimle tasavvuf yolunu incelemeye başladım. Şunu anladım ki, tasavvuf yolu, ilim ve amel ile tamamlanıyor. Tasavvuf ehlinin ilminin özü nefse ait olan mani’leri geçmek, nefsi kötü huylardan ve fena vasıflardan temizlemektir. Kalpten Allahu Teala’dan başka her şeyin düşüncesini atmak ve kalbi Allahu Teala’nın zikriyle süslemektir. Tasavvufun bu ilim yönü, bana amel yönünden daha kolay geldi. Bu sebeple önce tasavvuf ehlinden Ebu Talib Mekki’nin (Kut-ül-kulüb) adlı kitabını, Haris-i Muhasibi’nin kitaplarını, Cüneyd-i Bağdadi’nin, İmam-ı Şibli’nin, Bayezid-i Bistami’nin “radıyallahü anhüm” ve diğer büyük sofilerden nakl edilen sözlerin bulunduğu kitapları okuyup, incelemek suretiyle, bu ilmi tahsile başladım. Bu zatların ilimle anlattıkları maksatlarının özüne vakıf oldum. Tasavvuf yolunun işitmekle ve öğrenmekle elde edilebilecek yönünü tahsil ettim. Anladım ki, tasavvuf ehlinin bu büyüklerinin kavuşmak istedikleri gaye, öğrenmekle değil, tadmak, yaşamak, sıfatları ve hali değiştirmekle ele geçer. Sıhhatin, tokluğun sebeplerini, şartlarını öğrenmek ayrı, sıhhatli ve tok olmak ayrı şeydir. Aralarında çok büyük fark vardır. Bunun gibi, sarhoşluk mi’deden dimağa yükselen buharın, dimağı sarmasından ortaya çıkan bir haldir şeklindeki ta’rifini bilmekle, sarhoş olmak arasında da büyük fark vardır. Fakat, sarhoş olan sarhoşluğu ta’rif edemez. Sarhoşluğun ne olduğunu bilmez. Aklı başında olan bir kimse ise, sarhoşluğu ta’rif eder, alakalı şeylerini bilir. Hâlbuki, kendisinde sarhoşluk hali yoktur, sarhoş değildir. Hasta olan doktor, sıhhatin ta’rifini, şartlarını ve ilaçlarını bilir. Hâlbuki, o anda sıhhatini kaybetmiştir.

İşte bunun gibi, zühdün, dünyadan yüz çevirmenin hakikatini, şartlarını, sebeplerini bilmekle, zahid olarak yaşamak arasında fark vardır. İyice anladım ki, tasavvuf ehli güzel hallere sahip ve kuru sözlerden uzaktırlar. Tasavvufta ilim yoluyla öğrenilmesi mümkün olan şeyleri tahsil ettim. Benim için, işitmekle ve öğrenmekle elde edilemeyen ancak, tatmakla, yaşamakla, o yolun ehli olmakla kavuşulandan başka bir şey kalmamıştı. dini ve akli ilimleri iyice kavramak için, layıkıyla öğrendiğim ilim dalları ve yükseldiğim meslekler, bana, Allahu Teala’ya, Peygamberliğe ve ahiret gününe, şüphe götürmez, sağlam bir iman kazandırmıştı. İmanın esasları belli bir delil ile değil, bilakis sayısız sebeplerle, karinelerle ve tecrübelerle kalbime iyice yerleşmişti. Şunu iyice anladım ki, ahirette sa’adete kavuşmak için, takva üzere yaşamak, haramlardan sakınmak, nefsi heva ve hevesinden men’ etmek tek çaredir. Bu işin başı da, bir gurur ve aldanış yeri olan dünyadan uzaklaşıp, ahirete bağlanmak, bütün varlığı ile tamamen Allahu Teala’ya yönelmek, kalbin dünyadan alakasını kesmektir. Bu ise, ancak, maldan, makamdan, yüksek gayelere ulaşmaya engel olan şeylerden uzak durmakla mümkün olur.

Sonra, kendi vaziyyetimi tetkik ettim. Gördüm ki, dünya meşgalelerine dalmışım. Bu meşgaleler beni tamamen sarmış haldedir. Yaptığım işleri düşündüm. En güzel işim, ders vermek ve talebe yetiştirmekti. Bu işde de ahirete pek faidesi olmayan, mühim olmayan bir takım ilimlerle meşgul olduğumu gördüm. Ders vermekdeki niyyetimi araştırdım. Onun da Allah rızası için olmadığını, şan ve şöhret kazanmak, makam ve mevki’ sahibi olmak arzusundan ileri geldiğini anladım. Uçurumun kenarında olduğumu, halimi düzeltmezsem ateşe yuvarlanacağıma kanaat getirdim. Bir müddet devamlı bunu düşündüm. Henüz irademe hâkim durumda idim. Bir gün Bağdat’tan ayrılıp gitmeğe ve o hallerden kurtulmağa kesin karar verirdim. Ertesi gün bu kararımdan vazgeçerdim. Kararsız bir halde idim. Bir sabah ahiret arzusu kuvvet bulsa, akşam dünya arzuları bir ordu gibi üzerime saldırıp, o arzuyu mutlaka dağıtıyordu. Dünya arzuları bir zincir gibi, beni makam ve mevki’ye doğru sürüklüyordu.

İman münadisi de şöyle sesleniyordu: (Göç zamanı geldi. Ömrün bitmek üzeredir. Önünde uzun ahiret yolculuğu vardır. Şimdiye kadar öğrendiğin ilim ve yaptığın amel hep riyadır, gösteriştir. Şimdi ahirete hazırlanmazsan, ne zaman hazırlanacaksın. Dünya alakalarını şimdi kesmezsen, ne zaman keseceksin.) O zaman içimdeki önceki arzu yeniden uyanırdı. Bağdat’tan ayrılıp gitmek kararım kuvvetlenirdi. Bu sefer şeytan şöyle vesvese verirdi: Bu halin bir hastalıktır. Sakın i’tibar etme. Çünki, çabuk geçecek bir haldir. Eğer ona uyarak şu anda bulunduğun mevki’yi ve kimsenin bozamayacağı muntazam hayatı terk edersen, bir gün nefsin tekrar dönmek ister. Fakat bir daha ele geçmez.

Hicri dörtyüzseksensekiz senesi Recep ayından i’tibaren, altı ay kadar dünya arzuları ile ahiret arzuları arasında kararsız kaldım. Sonra, artık iş ihtiyari olmaktan çıkıp, zaruri bir hale döndü. Çünki, Allahu Teala dilime bir kilit vurdu. Ders veremeyecek surette bağlandı. Talebelerimi memnun etmek için, bir gün olsun ders vermeye kendimi zorladım. Fakat dilim bir kelime daha söyleyemedi. Buna gücüm yetmiyordu. Sonra dilimdeki tutukluk kalbime bir hüzün verdi. Bu üzüntü sebebiyle mi’demde hazım kuvveti kalmadı. Yemekden, içmekten kesildim. Boğazımdan su geçmiyordu. Bir lokmayı hazm edemiyordum. Bu yüzden bedenim za’ifledi. Doktorlar bana ilacın faide vereceğinden ümidi kestiler. Bu durum, kalbe ait bir haldir. Ondan da mizaca, ya’ni tabi’atına sirayet etmiştir. Kalpde meydana gelen bu büyük üzüntü gitmedikçe, ilaçla iyileştirmeye imkân yoktur, dediler.

Aciz kaldığımı, irademin tamamen elden çıktığını görünce, çaresiz kalan kimsenin yalvarması gibi, Allahu Teala'ya sığındım. Çaresiz kalanların duasını geri çevirmeyen Allahu Teala duamı kabul buyurdu. Bana makam, mevki’, mal, aile, evlat ve dost gibi şeylere gönül bağlamaktan kurtulmayı ihsan etti. Şamda ikamet etmeye karar verdim. Halifenin ve beni sevenlerin bu arzumu öğrenmelerini istemiyordum. Mekke’ye gidecek gibi göründüm. Bir daha dönmemek üzere Bağdat'tan ayrılacağımı latif, uygun hilelerle belli etmemeye çalıştım. Bütün Irak âlimleri gitmemem için, tenkitte bulundular. Onların arasında, her şeyden yüz çevirmemin dini bir sebepden olduğunu kabul edecek bir kimse yoktu. Onlar benim bulunduğum mevki’nin, dinin en yüksek mevki’i olduğunu zan ediyorlardı. Bilgileri ancak bu kadarına yetiyordu. Sonra halk, gitmemin sebebi hakkında bir takım tahminler arasında şaşırdı kaldı. lrak'dan uzak olanlar ise, bu gidişimin memleketi idare eden devlet adamlarının arzularından ileri geldiğini zan ediyorlardı. Devlet adamlarına yakın olanlar da, onların beni bırakmamak için ne kadar uğraştıklarını, yaptığımı kınadıklarını, benim de onlardan yüz çevirdiğimi, sözlerine kulak asmadığımı görüyorlardı. Bu, Allahtan gelmiş bir iştir. Âlimlere ve ehl-i islama nazar değdi. Bunun başka bir sebebi olamaz diyorlardı.

Malımdan, bana ve çocuklarımın nafakasına yetecek kadarını ayırdım. Geri kalanını tamamen dağıttım. Irak malı müslümanlara vakf olduğu için, böyle işlere ayrılması caizdir. Dünyada, bir âlimin çocukları için ayıracağı bu maldan daha iyi bir mal görmedim. Nihayet, Bağdat'tan ayrılıp, Şam'a gittim. Şam'da iki seneye yakın ikamet ettim. Bu zaman içinde, tasavvuf kitaplarından öğrendiğim gibi, nefsimi fena hallerden temizlemek, ahlakımı güzelleştirmek, Allahu Teala'yı zikr etmek, kalbimi tasfiye etmekle meşgul oldum. İnsanlardan uzak durup, zamanımı riyazetle ve ibadetle geçirdim. Şam'daki Emevi Cami’inde bir müddet i’tikafa girdim. Cami’nin minaresine çıkar, kapıyı kilitlerdim ve bütün gün orada kalırdım. Sonra Kudüs’e gittim. Beyt-i Mukaddes’e girdim. Her gün Sahratullaha (Peygamberlerin ve Evliyanın ibadet mahalli olmakla meşhur yer) girer, kapıları üzerime kilitlerdim.

Kudüs’ü ve Hazret-i İbrahim Halilullah'ı “aleyhisselam” ziyaretten sonra, hac farizasını yerine getirmek, Mekke-i Mükerreme’nin ve Medine-i Münevvere’nin bereketlerine kavuşmak, Resulullahın “sallallahu aleyhi ve sellem” kabr-i şerifini ziyaretle şereflenmek arzusu kalbime düştü. Hicaza gidip, bu arzuma kavuştum.

Daha sonra, çocuklarımın da’veti ve içimdeki arzu, beni vatanıma çekti. Hiç dönme düşüncesinde olmadığım halde, döndüm. Yine insanlardan uzak yaşamayı tercih ettim. Yalnız kalmağa, Allahu Teala’yı zikr etmeğe ve ondan başka her şeyi kalbimden çıkarmağa çok hırslı idim. Zamanın hadiseleri, çoluk-çocuk derdi, geçim sıkıntısı, huzurumu bozuyor, yalnızlıktan duyduğum tadı bozuyordu. Bu tadı ancak ara sıra duyuyordum. Bununla beraber, o hale kavuşmaktan ümidimi kesmedim. On sene kadar böyle devam ettim. Yalnızlıklarım sırasında bana o kadar şey ma’lum oldu ki, onları tamamen anlatmak mümkün değildir. Faidelenmek için birazından bahsedeyim.

Kesin bir şekilde anladım ki, tasavvuf ehli, Allahu Teala’nın yolunda olan kimselerdir. Onların halleri, hallerin en iyisidir. Yolları, yolların en doğrusudur. Ahlakları ahlakların en temizidir. Dinin esasına vakıf olan âlimlerin ilmi, hükemanın hikmeti, onların hallerinden ve ahlaklarından bir kısmını değiştirmek, daha iyi bir hale getirmek için bir araya gelse, buna imkân bulamazlar. Daha iyisini ortaya koyamazlar. Onların zahiren ve batınen bütün hal ve hareketleri, nübüvvet kandilinin ışığından alınmıştır. Yeryüzünde ise, nübüvvet ışığından başka aydınlanacak bir nur yoktur.

Hâsılı bir tarikat, bir yol ki, ilk şartı olan temizlik, kalpden masivayı, ya’ni Allahu Teala’dan başka her şeyi çıkarmaktır. Bunun anahtarı, kalbin daim Allahu Teala’yı anmakla meşgul olmasıdır. Bu hal, namazdaki iftitah tekbiri mesabesindedir. Neticesi, tamamen Allahu Teala’nın varlığında yok olmaktır. Böyle bir yol hakkında başka ne söylenebilir.

Allahu Teala’nın varlığında yok olmanın son mertebe sayılması, başlangıçta istek ve irade ile yapılabilen hallere göredir. Yoksa aslında o fena makamı, tarikatın başlangıcıdır. Ondan önceki haller, bu yolun yolcuları için, sokak kapısı ile evin asıl kapısı arasındaki avlu durumundadır. Tarikatın başlangıcından i’tibaren keşifler, müşahedeler başlar. Hatta öyle olur ki, salikler (tarikat yolcuları) uyanıkken melekleri, Peygamberlerin “aleyhimüsselam” ruhaniyyetlerini görürler. Sözlerini işitirler ve onlardan pek çok faideler elde ederler. Daha sonra onların ruhaniyyetlerini ve siretlerini görmekten öyle yüksek derecelere yükselme hali hâsıl olur ki, bunu sözle anlatmak mümkün değildir. Kim o hali anlatmak isterse, sözünde sakınılması imkânsız açık hatalar olur. Hülasa iş, Allahu Teala’ya o kadar yaklaşmak derecesine varır ki, bir zümre Allah ile birleştiğini, bir zümre Allaha vasıl olduğunu tahayyül eder. Bunun tamamı hatadır. Niçin hata olduğunu (El-Maksad-ül-Aksa) kitabımızda açıkladık. Kendisinde bu hal meydana gelen kimse:

Aklıma getirmediğim şey oldu, Aslını sorma, iyi zanda bulun.

Ma’nasında olan beyte uyarak, fazla bir şey söylememelidir.

Netice olarak, tasavvuf ehlinin yolunda ilerleyip, bu yola zevk ile vakıf olmayanlar, nübüvvetin hakikatini anlayamazlar. Sadece ismini bilirler. Evliyadan hasıl olan kerametler, Peygamberlerden ilk zamanlarda hâsıl olan hallerdir. Peygamber efendimiz “sallallahu aleyhi ve sellem”, Peygamberliği bildirilmeden önce, Hira dağına çekilip, insanlardan uzak kalarak, Allahu Teala’ya ibadet ettiği sıradaki hali böyle idi. Hatta araplar, Muhammed “sallallahu aleyhi ve sellem”, Rabbine âşık oldu, dediler. Bu öyle bir haldir ki, ne olduğunu o yolda ilerlemiş olanlar, onu zevk ile, tadarak anlarlar. Bu zevki tatmayanlar, tasavvuf ehlinin sohbetinde bulunarak, tecrübe ede ede ve işite, işite hallerin alameti ve delaleti ile anlarlar. İşte tasavvuf ehli ile birlikte bulunanlar, onlardan bu yakini istifade ederler. Onlar öyle kimselerdir ki, sohbetlerinde bulunanlar, dalalette kalmaz.

Sohbetlerinde bulunma şerefinden mahrum kalanlar, (İhya-u Ulümid-Din) kitabımızın “Acaib-ül-Kalb” kısmında bahsettiğimiz gibi, akli delillerle bunun mümkün olduğunu yakinen anlarlar. Bu halleri, akli delillerle incelemek ilimdir. O haller ile hallenmek ise zevktir, tatmaktır. Hüsn-i zan ve tecrübe ile kabul etmek imandır. İşte bu, ilim, hal (zevk) ve inanmak olmak üzere üç derecedir. Allahu Teala, Kur’anı Kerimde Mücadele süresi 11. ayet-i kerimesinde mealen, (Allah sizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri derecelere yükseltir...) buyurdu. Bu üç dereceye kavuşanların dışında kalan bir takım cahil kimseler vardır ki, bu halleri inkâr ederler. Böyle sözlere şaşarlar ve alay ederler. Bunlar ne hezeyanlar yapıyorlar derler. Bunlar hakkında Allahu Teala, Peygamber efendimize “sallallahu aleyhi ve sellem” mealen şöyle buyurdu: (O münafıklardan seni dinlemeye gelen de var. Hatta Senin yanından çıktıkları zaman, (Eshab-ı kiramdan) kendilerine ilim verilmiş olanlara şöyle derler: O biraz önce ne söyledi? (Böylece alay ederler). Bunlar öyle kimselerdir ki, Allah kalplerini mühürlemiştir de, hep hevalarına uymuşlardır.” (Muhammed süresi: 16. ayet-i kerimesi.)

Tasavvuf ehlinin yolunda ilerlemem sayesinde muttali’ olduğum hususlardan biri de, nübüvvetin hakikati ve hususiyyeti bana aşikâr oldu. Nübüvvetin esasına dair burada ma’lumat vermek lazımdır. Buna çok ihtiyaç vardır.