FELSEFENİN KISIMLARI

Felsefi bilgiler, ulaşmak istediğimiz maksada göre altı kısımdır: Riyaziyye, mantık, tabi’iyye, ilahiyye, siyasiyye, ahlak.

1- RİYAZİYYE Riyaziyye, matematik, geometri ve astronomi ilimlerinden ibarettir. Bunların hiçbirinin ne müsbet ne de menfi yönden, dini mes’elelerle bir alakası yoktur. Bunlar, akli deliller ile isbat edilen şeylerdir. Anlaşılıp öğrenildikten sonra, inkâra yer kalmaz. Fakat bu ilimlerden iki mahzurlu durum ortaya çıkmıştır.

Birinci musibet, bu ilimlerle uğraşan kimse, bunlarda gördüğü incelikleri ve delilleri hayretle karşılar. Bu sebeple felsefecilere karşı takdir hissi uyanır. Felsefecilerin bütün ilimleri açık ve kuvvetli delile dayanmak bakımından bu ilimler gibidir zan eder. Sonra, felsefecilerin Allahu Telalayı inkâr ettiklerini, küfürlerini, ma’neviyata kıymet vermediklerini, sağdan soldan işitir ve sırf onları taklit etmek sebebiyle kâfir olur. Kendi kendine, din hak bir şey olsaydı, matematik ilminde bu kadar ilim sahibi olan büyük insanlarca ma’lum olurdu, onlara gizli kalmazdı der. Onların inkârını işitince, dini inkâr etmenin doğru olduğuna kanaat getirir. Başka hiçbir dayanağı olmadığı halde, sadece böyle bir düşünce ile doğru yoldan çıkmış nice kimseler gördüm. Onları taklit ile doğru yoldan ayrılan bir kimseye: Bir ilimde mahir olan kimsenin diğer ilimlerde de mahir olması icap etmez. Fıkıh ve kelam ilimlerini iyi bilen bir kimsenin, tıp ilminde de mütehassıs olması icap etmez. Diğer taraftan, akli ilimleri bilmeyen bir kimsenin, nahiv ilimlerini de bilmediği iddi’ edilemez. Her ilmin erbabı vardır ve o ilimde ilerlemiştir. Diğerlerini geçmiştir. Bunlar ba’zan başka ilimlerde cahil durumuna düşerler. Eskilerin matematiğe ait sözleri delile dayanır. Fakat ilahiyyta dair sözleri tahmine dayanır. Bunu ancak onunla meşgul olup, tecrübe eden anlar diyerek açıklanılsa, bunu anlamaz ve kabul etmez. Nefsinin ağır basması, kendini akıllı göstermekten hoşlanması ve tembellik arzuları gibi haller, o kimseyi bütün ilimlerde felsefecilere iyi gözle bakmaya ve bunda ısrar etmeye sevk eder. Bu durum ise, büyük bir felakettir. Bu sebeple, bu ilimlerle fazla meşgul olanları men’ etmek lazımdır. Her ne kadar bu ilimlerin din ile alakası yoksa da, felsefecilerin ilimlerinin başlangıcı olduğu için, felsefecilerin uğursuzluğu ve kötülüğü, o kimselere de bulaşır. Bununla fazla meşgul olanlar arasında dinden çıkmayan, takva geminden sıyrılmayan, ya’ni takvadan uzaklaşmayan pek az kimse vardır.

İkinci musibet, İslam dininde samimi olan kimseler sebebiyle doğmuştur. Bunlar, felsefecilere ait bütün ilimleri reddetmeyi dine hizmet saydılar. Böylece, onların bütün ilimlerini reddedip, cahil olduklarını iddi’ ettiler. Hatta onların güneş ve ay tutulması ile alakalı sözlerini kabul etmediler. Bu iddiaların dine muhalif olduğunu söylediler. Cahillere yakışan bu iddiaları, güneşin ve ayın tutulmasını kesin delillerle bilen kimse işitince, kendi delilinde şüpheye düşmez. Fakat İslam dininin kat’i delilleri tanımadığını, cahillik üzerine kurulduğunu zan eder ve felsefeye karşı sevgisi artar. İslamiyyetden yüz çevirir. Bu ilimleri reddetmekle, islmiyyete hizmet yaptıklarını zannedenlerin, din aleyhinde işledikleri cinayet çok büyüktür. İslamiyyette bu ilimler hakkında müsbet ve menfi bir şey bildirilmemiştir. Bu ilimlerde de dini mes’elelere dokunacak bir şey yoktur. Resulullah “sallallahu aleyhi ve sellem” şöyle buyurmuştur: (Ay ve güneş, Allahu Tealanın varlığını ve birliğini gösteren iki mahlûkudur. Kimsenin ölmesi ve kalmasıyla tutulmazlar. Onları görünce, Allah'ı hatırlayınız.) Bu hadis-i şerifte güneşin ve ayın hareket ettiklerini ve bu hareketleri sırasında yan yana veya karşı karşıya geldiklerini bildiren hesaba dayalı astronomi ilmini reddeden hiçbir hüküm yoktur. Bu hadis-i şerifin sonu olarak gösterilen, “Ancak, Allah bir şeye tecelli ettiği zaman, o şey ona baş eğer” cümlesi mu’teber hadis kitaplarında yoktur. İşte riyaziyye ilminin hikmeti ve mahzuru budur.

2- MANTIK Bu ilimde de, ne müsbet, ne de menfi yönden din ile alakası olan bir şey yoktur. Mantık ilmi, delillerin, kıyasların, burhanın, ya’ni kesin delilin, mukaddimelerinin şartlarını ve bu mukaddimelerin nasıl birleştirileceğini, “hadd-i sahih” denilen doğru ta’riflerin şartlarını ve bunların nasıl birleştirileceğini inceler. Bu ilim, (tasavvur) ve (tasdik) olmak üzere ikiye ayrılır. Tasavvur, ta’rif yoluyla, tasdik kesin deliI yoluyla bilinir. Bunlarda inkâr edilmesi icap eden bir şey yoktur. Bunlar, kelam ilimlerinin ve ilim ehlinin delil ile alakalı söyledikleri şeyler cinsindendir. Aralarındaki fark, ibarelerde, ıstılahlarda ve ifade tarzlarında görülür. Bir de mantık ilimleri daha geniş sınıflandırmalara ve ta’riflere fazla önem vermişler ve bunları geniş olarak anlatmışlardır. Mantıkçıların sözleri ile alakalı bir misal verelim. Onlar derler ki: Her (a) nın (b) olduğu isbat edilirse, ba’zı (b) nin de (a) olması icab eder. Ya’ni her insanın hayvan olduğu isbat edilirse, bundan ba’zı hayvanın da insan olduğu ma’nası çıkar. Bunu şöyle ifade ederler: “Mucibe-i külliyenin aksi mucibe-i cüz’iyyedir.” Bu sözlerin, dinin esaslarıyla ne alakası vardır ki, reddedilsin. Reddedilirse, mantıkçılar, reddedenin aklında, hatta dininde kusur olduğu zannına kapılırlar. Çünki o kimse, bu reddiyle dinin böyle şeyleri inkâr üzerine kurulduğu görüntüsünü vermiştir.

Evet, felsefecilerin mantık ilminde bir takım haksızlıkları görülmektedir. Onlar burhan dedikleri kesin deliller için, bir takım şartlar koymuşlardır. O delil bu şartları taşıyınca, kesinlik ifade ettiği anlaşılır. Fakat dini mes’eleleri incelerken, bu şartlara tam uymamışlar, çok müsamahakâr davranmışlardır.

Mantık ilmini inceleyip, onu beğenen, onu açık ve kat’i bir ilim bilen kimse, felsefenin küfre varan mes’elelerinin de açık ve kesin delillere dayandığını zan eder. Dini ilimlerde iyi yetişmeden, felsefecilerin yanlış fikirlerini kabul ederek, küfre düşer. Bu durum da mantık ilminin yol açtığı bir musibettir.

3- TABİ’AT İLMLERİ Bu ilim de, âlemdeki varlıklardan, ya’ni göklerden ve göklerdeki yıldızlardan, yerdeki su, hava, ateş, toprak, basit cisimlerden, hayvan, bitki ve ma’denler gibi birleşik cisimlerden, bunların değişme, birleşme, bir halden bir hale geçme sebeplerinden bahseder. Bu durum bir tabibin insan vücudunun ve uzuvlarının ve mizacının değişme sebeplerini araştırmasına benzer. Din, tıp ilmini inkâr etmediği gibi, tabi’at ilimlerini de reddetmez. Ancak, (Tehafüt-ül felasife) kitabımda açıkladığım ba’zı mes’eleler vardır ki, tabi’at ilminin bu belli birkaç mes’elesini reddetmek, dinin icabıdır. Bu mes’eleler dışında dine uymadığı görülen mes’eleler iyi incelendiğinde, anlattığım mes’elelere dâhil olduğu anlaşılır. Hepsinde esas olan nokta şudur: Tabi’at, Allahu Teala'nın emrindedir. Kendiliğinden bir şey yapamaz. Onu yaratan yaptırır. Güneş, ay, yıldızlar ve diğer eşya, Allahu Teala'nın emrine tabi’dirler. Hiçbiri kendiliğinden bir iş yapacak halde değildir.

4- İLAHİYYAT Felsefecilerin en çok yanıldıkları mes’eleler, bu sahadadır. Mantık ilminde burhan, ya’ni kesin delil için kabul ettikleri şartlara uymadılar. Bu sebeple, felsefeciler arasında bu sahada, pek çok ayrılıklar çıktı. İbni Sina ve Farabi'nin naklettiklerine göre, ilahiyyat mevzu’larında Aristo kendi ekolünü İslam mezheplerine yaklaştırmıştır. Fakat felsefeciler, ilahiyyat bahsinde yirmi hususta hata etmişlerdir. Bunlardan üçünde küfre düşmüşler, onyedisinde de bid’at ehli olmuşlardır. Bu yirmi mes’eledeki yanlış düşüncelerini yıkmak için, (Tehafüt-ül felasife) kitabını yazdım. Küfre düştükleri üç mes’elede bütün müslümanlara muhalefet etmişlerdir. Bunlar:

Birincisi: İnsanlar öldükten sonra cesetleri tekrar dirilmez. Mükâfat ve ceza görecek olanlar sadece ruhlardır. Azaplar ruhlara olup, bedenlere değildir. Ruhun azab duyacağını söylemelerinde isabet etmişlerdir. Çünki, ruhlar da bedenler gibi azab görecektir. Fakat cesetlerin tekrar dirileceğini inkârla hata etmişlerdir. Bu sözleriyle islmiyyete inanmamış oldular ve küfre düştüler.

İkincisi: Allahu Teala, külliyatı bilir, cüz’iyyatı bilmez, dediler. Bu da apaçık küfürdür. Allahu Teala, Kur’an-ı Kerimde mealen şöyle buyurdu: (…Ne yerde ne gökde zerre ağırlığınca hiçbir şey, Rabbinizden gizli kalmaz...) (Yunus süresi: 61. ayet-i kerimesi) Hakikat budur.

Üçüncüsü: Felsefeciler, âlem ezeli ve ebedidir diye inanmışlardır. (Âlemin sonradan yaratıldığına ve sonunun geleceğine inanmamışlardır.)

Müslümanlardan hiçbiri, bu üç mes’eleyi bu şekilde kabul etmemiştir. Felsefeciler, bu meselelerin dışında, mesela Allahu Teala'nın sıfatlarını inkâr etmekte ve Allah Zatı ile bilir, ayrıca bir ilim sıfatı yoktur gibi ve benzeri iddi’larda bulundular. Bu sebeple, yolları, mu’tezile mezhebine yakındır. Bu gibi sözlerden dolayı, mu’tezilenin tekfiri lazım gelmez. (Faysalu’t-tefrika beyn-el-islam ve’z-zenadıka) adındaki kitabımda kendi mezhebine muhalif olanları, hemen tekfir edenlerin yanlış düşündüklerini gösteren izahlar yazdım.

5- SİYASİYAT Felsefecilerin bu konudaki bütün sözleri, dünya işlerine ait, devlet adamlarına hitab eden faideli hikmetlerden ibaretdir. Bu hikmetleri, Peygamberlere indirilen kitaplardan ve geçmişte yaşayan velilerin sözlerinden almışlardır.

6- AHLAK Felsefecilerin ahlak ilmi sahasındaki bütün sözleri; nefsin sıfatlarını, ahlakını açıklamak, bu sıfatların ve huyların çeşitlerini anlatmak, kötü olanların düzeltilmesi için, icab eden tedbirleri almak ve mücahedede bulunmak şeklinde özetlenebilir. Bu bilgileri, tasavvuf ehlinin sözlerinden almışlardır. Tasavvuf ehli, kulluk vazifesini tam yapan, Allahu Teala'yı zikre devam eden, nefsin isteklerine muhalefet etmesini bilen, dünyaya düşkün olmayan, Allahu Teala'ya kavuşturan yolda ilerleyen kimselerdir. Onlar, nefisleriyle mücadelelerinde, nefsin ahlakı, ayıp ve kusurları kendilerine ma’lum olur. Bunları kitaplarında yazmışlardır. Felsefeciler de bu bilgileri alıp, kendi sözlerine karıştırmışlardır. Gayeleri, sözlerini hoşa gidecek bir şekle sokarak, batıl fikirlerini kabul etdirmektir. O devirde, hatta bütün asırlarda, Allah adamlarından bir cem’aat bulunmuştur. Allahu Teala dünyayı onlarsız bırakmaz. Onlar, yeryüzünün ma’nevi büyükleri, evtadı, temel direkleridirler. Onların bereketiyle yeryüzünde yaşayanlara rahmet yağar. Resulullah “sallallahu aleyhi ve sellem” bir hadis-i şerifte şöyle buyurdu: (Onların (evliyanın) yüzü suyu hürmetine yağmur yağar, rızk ihsan edilir. Eshab-ı Kehf bunlardan bir cem’aat idi.)

Kur’an-ı Kerimde bildirildiği üzere, tasavvuf ehli, Evliya zatlar, önceki ümmetler arasında da vardı. Felsefecilerin, Peygamberlere “aleyhimüsselam” ve Evliyaya ait sözleri alıp, kendi kitaplarına yazmalarından dolayı iki afet meydana geldi. Birincisi, o sözleri kabul edenlerle, ikincisi de red edenlerle alakalıdır. O sözleri red edenler ile alakalı fenalık büyüktür. Çünki, cahil kimseler, felsefecilerin, Peygamberlerden ve Evliyadan alarak kendi bozuk sözleri arasına karıştırdıkları doğru sözleri de terk etmek, okumamak icap eder. Onları anlatanlara i’tiraz etmek lazımdır, dediler. O sözleri ilk def’a felsefecilerden işittikleri için, za’if akıllarına batıl olduğu düşüncesi yerleşti. Çünki, onları söyleyen felsefeciler olup, sözleri batıl kimselerdir. Buna bir misal verelim: Bir kimse, hristiyan birinden “Allah'tan başka ilah yoktur. İs “aleyhisselam” Allahın resulüdür” sözünü işitir ve kabul etmez. Bu hristiyan sözüdür der. Düşünmez ki, hristiyan bu söz ile mi kâfir oluyor. Yoksa, Muhammed aleyhisselamın Peygamberliğini inkâr ettiği için mi müslüman değildir. Bunu düşünmez. Peygamber efendimizi inkârından dolayı ise, küfrü icab ettiren bu sözü kabul edilmez. Fakat küfrü gerektirmeyen diğer sözleri doğru ise red etmek icap etmez. Hak olan ve batıl olan sözleri birbirinden ayırmadan hepsini red etmek, aklı za’if olanların âdetidir. Böyle kimseler, hakkı kişi ile tanırlar, kişiyi hak ile değil. Akıllı olan kimse, bu hususda Hazret-i Ali'nin “radıyallahu anh” şu sözüne uyar: “Hakkı kişi ile bilemezsin. Önce hakkı bil, sonra hak ehlini tanırsın.” O halde akıllı kimse, önce doğruyu tanır, sonra söylenen söze bakar. O söz hak ise, kabul eder. O sözü söyleyen, ister bozuk düşünceli, ister doğru düşünceli olsun. Hatta akıllı kimse, doğru olanı sapık düşüncelilerin sözleri arasından alıp, çıkarmaya çalışır. Çünki bilir ki, altının çıktığı yer topraktır. Bir sarrafın kendi bilgisine güveni olduğu müddetçe, halis altını kalp [sahte] paradan ayırmasının hiçbir zararı düşünülemez. Kalpazanla alış-verişte ancak köylü (sarraf olmayan) zarar görür. Sarrafa bir zarar gelmez. Deniz kıyısında dolaşmak, yüzme bilmeyenlere yasaklanır, maharetli yüzücülere değil. Bunun gibi, yılana elini sürmekden çocuklar men’ edilir, cambazlar değil.

Ömrüme yemin ederim ki, insanların çoğu hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan ayırt etmek hususunda kendilerini çok akıllı ve maharetli sanırlar. Bu sebeple mümkün olduğu kadar onları sapıkların kitaplarını okumaktan men’ etmek, kapıyı kapatmak vacib olmuştur. Çünki bunlar, anlattığım bu zarardan kendilerini korumuş olsalar bile, ilerde anlatacağım ikinci afetden kurtulamazlar.

İlimlerin mahiyyetini iyi kavrayacak derecede yetişmemiş, kalb gözleri mezheplerin yüksek gayelerini anlayacak şekilde açılmamış ba’zı kimseler (zümreler), din ilimlerinin ince sırlarına dair yazdığım kitapların ba’zı kısımlarına i’tiraz ettiler. Onların eski felsefecilerin sözlerinden alınmış olduğunu iddi’ ettiler. Halbuki, onların bir kısmı, kendi fikirlerimizdir. “Arkadan gelen daha önce geçenin ayak izine basar” sözünde anlatıldığı gibi, bizim hatırımıza gelen bir söz, önce başkasının da hatırına gelebilir. Felsefecilerin kitaplarında da aynı sözler bulunabilir. İ’tiraz edilen o sözlerin ba’zısı, din kitaplarında, birçoğunun ma’nası da tasavvuf kitaplarında vardır. Kabul edelim ki, bu sözler sadece felsefecilerin kitaplarında vardır. Bundan ne çıkar? Eğer o sözler akla uygun ve kesin deliller ile isbat edilmişse, Kitap ve sünnete muhalif değilse, o sözlerin red edilmesi lazım gelmez. Eğer bu kapıyı açarsak, bir hakikati daha önce batıl eh1mm hatırına gelmiş diye red etmeğe kalkışırsak, birçok hakikati red etmemiz gerekir. Hatta Kur’anı Kerim ayetlerinden, Resulullahın “sallallahu aleyhi ve sellem” hadis-i şeriflerinden, selef-i salihinin nakillerinden, tasavvuf ehlinin ve hükemanın sözlerinden pek çok şeyleri kabul etmeyip, terk etmemiz gerekir. Zira, (İhvanüssafa) adlı kitabın sahibi bu saydıklarımızı kitabına yazmıştır. Bunları kendi da’vasına delil göstermiş. Böylece, kalpleri kendi batıl fikirlerine çekmeğe çalışmıştır. Böyle düşünmek, batıl ehlinin, hakikatleri kitaplarında kendi sözlerine karıştırarak, elimizden almalarına sebep olur. Âlim olan bir kimsenin en aşağı derecesi, cahil halktan farklı olmaktır. Balı hacamat şişesinde görse bile, baldan tiksinmez. Bilir ki, hacamat şişesi balı bozmaz. Nefsin ondan tiksinmesi, cahillikten ileri gelmektedir. Aslında şişe, pis kan için yapılmıştır. Cahil zan eder ki, kan, şişede bulunduğu için pis olmuştur. Bilmez ki, kan, kendinde bulunan bir sıfattan dolayı pistir. Balda bu sıfat bulunmadığına göre, sadece o şişenin içinde olması, pis olmasına sebep olmaz. Bu batıl bir vehimdir. Halkın çoğunda bu durum hâkimdir. Bir sözü, kendilerinin iyi bildiği bir kimseden nakl ederek söylesen, o söz batıl da olsa hemen kabul ederler. Değersiz ve kötü bildikleri bir kimseden doğru bir sözü nakl etsen reddederler. Hakkı âlim kişiyle ölçerler. Kişiyi hakla ölçmezler. Bu durum, büyük bir dalalettir. Buraya kadar anlattığım kısım, felsefecilerin kitaplarını okumayı red edenlerin afetidir.

İkinci afet ise, felsefecilerin kitaplarını okuyup, onların kendilerine ait bozuk sözlerini kabul etmekten doğan afetdir. Felsefe ile alakalı, (İhvanussafa) ve benzeri gibi kitapları okuyan kimse, o kitaplarda Peygamberin “Sallallahu aleyhi ve sellem” hadis-i şeriflerinden alınmış hikmetleri ve tasavvuf ehlinin sözlerini görür. Bu sebeple, ekseriya o kitapları beğenir ve kabul eder. Onlara sevgi duyar. Okuduğu ve beğendiği sözlerden dolayı iyi zanda bulunması sebebiyle, onların arasına karıştırılmış olan batıl fikirleri de kabul eder. İşte bu, batıl fikirleri bir çeşit telkin demektir. Bu zarardan dolayı, o kitapları okumayı men’ etmek lazımdır. Çünki onları okumakta büyük tehlike vardır. Yüzmeyi iyi bilmeyenleri deniz kenarında dolaşmaktan sakındırmak icap ettiği gibi, halkı da bu kitapları okumaktan sakındırmak icap eder. Çocukları yılanlara dokunmaktan men’ etmek lazım olduğu gibi, halkı da felsefecilerin batıl fikrilerle dolu sözlerini dinlemekten sakındırmak lazım olur. Efsunlu kimse, cambaz, küçük çocuğunun ben de babam gibi yaparım diyerek, kendisini taklit edeceğini anlarsa, onun yanında yılanla oynamamalıdır. Böylece çocuğu yılanla oynamaktan sakındırmak icap eder. Hakiki bir âlime böyle davranmak yakışır. San’atında mahir olan bir efsunlunun yılanı tutup, zehirle panzehiri ayırarak, zehri yok ettikten sonra, panzehiri ihtiyacı olanlara vermemesi doğru olmaz. Bunun gibi, bir sarrafın kalpazanın torbasına elini daldırarak, kalp paraları bir tarafa bırakıp, halis altını çıkardığında, ihtiyacı olanlar o altınları kabul etmezlerse, arzu ettikleri faideden mahrum kalırlar. Bu cahilliktir. Çünki sahte para ile altının aynı torbada birlikte bulunması, altını sahte hale sokmaz. Sahte parayı da altın yapmaz. Bunun gibi, hak ile batılın bir ilmin içinde karışık olarak zikir edilmesi, batılı hak yapmaz. İşte felsefecilerin tehlikeleri ve zararları hakkında söylemek ve yazmak istediklerimiz bu kadardır.